Hacı Aga Sadık Hidayet ‘in dünyasına girdiğim ilk kitap
değil, ama belki de benim için en etkilisi oldu diyebilirim. Daha önce Kör Baykuş
romanını ve Üç Damla Kan isimli öykü kitabını okumuştum Hidayet’in. Kör Baykuş’u
ilk okuduğumda onun o fantastik, büyülü, insanın karanlık, bunalımlı, sancılı
dünyasını anlatan hayal dünyasına hayran olmuştum. Okurken “İkinci bir Kafka
okuyor gibiyim” diye düşünmüştüm keza bu fikrimde yanılmadım, çünkü Sadık
Hidayet “Doğunun Kafkası” olarak ismini tüm dünyaya duyurmuştu bile.
20. yüzyıl modern İran edebiyatının kurucusu olarak
tanıdığımız Sadık Hidayet ömrünün büyük bir kısmını ülkesinin içinde bulunduğu
monarşi rejimi ve ruhban sınıfıyla mücadele ederek geçirmiş, eserlerinde sık
sık bu durumu hicvetmiştir. İran’ın gerilemesine sebep olan monarşi rejimini
eleştirdiği için ülkesinde kitaplarının yasaklanması bu anlamda şaşırtıcı olmayacaktır.
Kafka da dahil olmak üzere birçok Avrupalı sanatçının
eserlerini çevirmeye çalışmış, kendisini adeta Batı edebiyatına adamıştır
Hidayet. Buna rağmen yaşantısının bir bölümünde İran’ı terk edip Fransa’ya
gitmiş olsa da ne Batı medeniyetini –ya da Avrupa yaşantısını- ne de Doğu
medeniyetini, spesifik olarak da İran’ın içinde bulunduğu durumu
benimseyememiştir. İki medeniyete de ait olamamıştır özetle. Bazı kaynaklarda isminin
“vatansız bir doğulu” olarak da anıldığını belirtelim.
Sadık Hidayet ve hayata bakışı hakkında kısaca bir bilgiden
sonra roman hakkında konuşmaya geçebiliriz diye düşünüyorum ama ondan önce
çevirmen Mehmet Kanar’ın kitaba yazdığı önsözden birkaç alıntı yapmak
istiyorum:
“Rıza Şah’ın saltanatının son yılları ile oğlu Muhammed Rıza
Şah’ın (Pehlevi) saltanatının ilk yıllarındaki dönemde, çıkarcı ve sermayedar
tüccar kesimi ile ülke menfaatlerini ayaklar altına almaktan çekinmeyen kimi
yüzsüz politikacıların halkı ezmek için ne gibi yollara başvurdukları, kitabın
hareket noktalarını oluşturur.”
Roman genel anlamda Hacı Aga denilen bir adamın evinin
taşlığında oturup hemen hiç hareket etmeden tüm gün farklı farklı bir sürü
misafiri ağırlayışı ve onlarla olan sohbeti üzerine kurulmuştur. Biz bu
sohbetlerden Hacı Aga’nın nasıl bir karaktere sahip olduğu hakkında geniş
bilgiler elde ediyoruz çünkü Sadık Hidayet bizzat romanın içine dahil olarak
bize Hacı Aga’yı en pis yönleriyle tanıtıyor.
Hacı pinti, işini görebilmek adına siyasetçilere “yağ çeken”,
hayatında hemen her konuda yalanı kendine kılavuz edinmiş ama bütün bunlara
rağmen ahlakçı gibi görünmekten de geri kalmayan birisidir. Okuma yazması iyi
değildir, bir tek ahlak kitaplarına ve Sadi’nin “Gülistan” adlı eserine ilgi
duyar. Hayatında hiç Mekke’ye gitmemiştir ama herkese gitmiş gibi anlatır,
bahşiş vermek söz konusu olduğunda kendini rahatsız hisseder, evde yedi karısı
olmasına rağmen ne zaman bir kadın görse ağzı sulanır, ama en önemlisi de
paraya tapar. Evet, kelimenin tam anlamıyla paraya tapar Hacı Aga. Hayatta her şeyin
parayla alınabileceğini düşünür. “Para
onun sevgilisi, dermanı, onu zevklendiren, korkuya düşüren bir şeydi. Yaşamının
tek amacı sayılırdı. Paranın ardından para sesinden, para sayılmasından daha
zevk verici bir şey yoktu; bitiyordu paraya.” Öyle ki Hacı namazı, orucu da
parayla satın alabileceğine inanır. Parası olanın bu dünyada da, öbür dünyada
da rahat olacağını, dinin asıl parasızlar için geçerli olduğunu öne sürer
sürekli.
“Biz kurtlar sofrasında yaşıyoruz. Ama her şeyin aslı
paradır. Dünyada paran varsa, onurun, itibarın, namusun, her şeyin var
demektir. Herkesin gözdesi olursun… Para ayıpları örter. Para çalıntı ise
helale çevirebilirsin; ananın ak sütü gibi helal olur. Öbür dünya için de
namazı, orucu, haccı satın almak mümkündür. Hem bu dünyada, hem öteki dünyada
işin iş olur. “
Sadık Hidayet toplumdaki yozlaşmış yapıyı açığa çıkartmak,
bunu hicvetmek amacındadır ve bu hemen her eserinde görülebilecek bir unsurdur.
Hacı Aga romanı da tam anlamıyla bir politik hicivdir diyebiliriz. O topluma ve
sisteme isyan eder. Hem toplumun yozlaşmış, çürümüş beyinlerine hem de mevcut
rejime karşı başkaldırı ifade eden cümleler sarf eder. Onun eserini
oluştururken toplumsal realiteyi nasıl göz önünde bulundurduğunu Hacı’yı tarif
ettiği cümlelerinde görebiliriz.
Hidayet Hacı Aga’da eksik din algısına özellikle değinir.
Dinin istismar edildiği, dinsel inançların (namaz, oruç vs.) para ile döndüğü,
dinin şarlatanlar tarafından sömürüldüğü bir inanca karşıdır.
Kitabın belirli bölümlerinde
kendi düşüncelerini romandaki kişiler aracılığıyla belirtir. Hacı bir gün evinde
genç şair Munadilhakk’ı ağırlar, ondan kendisi için demokrasi üzerine bir şiir
yazmasını ister. Genç şair böyle bir şey yapamayacağını belirtir: “Sizin
gibilerin yaşayacağı bu ortamda hiçbir şey yapmam ben. Vücudum atıl ve batıl
kalır. Çünkü şairleriniz de sizin gibi olmak zorunda. Sizin hazırladığınız, her
şeyin, hırsızların, dolandırıcıların, casusların değer yargılarına göre
değerlendirildiği, sözcüklerin anlamlarını yitirdiği bu hela çukurunda ben bir
hiçim. Bu çukurda sadece sizlerin yeme ve semirme hakkı var. Size layık olan da
bu çukur zaten.”
Bu satırları söyleyen sanki Munadilhakk değil de Sadık
Hidayet’in kendisiymiş gibi geliyor okurken, belki de öyledir çünkü Hidayet
birebir bu görüşleri benimser. Şair ile Hacı’nın konuşmalarının geri kalanında
bu sisteme isyan etmeye devam eder.
Romanın sonunda Hacı hastanelik olur ve ameliyat masasında
yatarken karşısında duran iki meleği görür. Onları ikna etmeye çalışarak
sürekli ne kadar iyi bir insan
olduğundan, dini vazifelerini yerine getirdiğinden bahseder. “Cennete gitmeden
önce” evini görmek ister ve meleklerle bir evine gider. Evine gittiğinde oradaki
herkesin arkasından konuştuğunu, onun bütün kirli çamaşırlarını ortaya
döktüğünü görür ve kendi kendine, sanki diğerleri onu duyacakmış gibi
küfretmeye başlar. Hacı meleklerle bir göğe yükselip kendisini bir kasrın
önünde bulur, o kasrın kapıcısı olacağını öğrenir ve ardından ansızın gözlerini
açarak bütün bunların bir rüya olduğunu farkeder. Öte yandan Hacı hastane
odasında, bütün ıstıraplarının ortasında bile kendisini ziyarete gelen beyin
gönderdiği altın meyveliği düşünür.. Bu
da onun gerçekten paraya nasıl taptığını gözler önüne serer.
Bir hayli uzun olan yazımı burada noktalıyorum. Bu romanın
bendeki yeri, daha doğrusu Sadık Hidayet’in bendeki yeri çok başka olduğu için
belki de en keyifle yazdığım yazı buydu ve belki de bu yüzden bu kadar uzattım lafı.
Umarım yazıyı keyifle okursunuz ve bu, sizde kitabı alıp okuma isteği
uyandırır. Herkese bol kitaplı günler
diliyorum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder